SERBEST KÜRSÜ
‘Yazın hikâyesi’ ‘Yazın hikâyesi’ Bir pazar sabahı güneşe heyecan dolu bakan gözlerle durdum penceremin önünde. Penceremin önü her zaman olduğu gibi kuşların cıvıltılarıyla neşe bulmuş, esen rüzgârlar da yüzümü yalarcasına hikâyenin en baş satırını okuyorlardı. ‘’Güneş yaşama sevincinin tek sıcaklığı diyordu’’ hikâyenin en baş satırında… Bursa’ya has bir heyecanın telakki ettiği şu günlerde, yazı farklı bir baharın çiçeklerine su vermesi gibi karşılıyorum. Hayatı uzun kılan kitaplara sarılıyorum. Her güne yeni bir kitap sığdırmanın heyecanıyla kokluyorum satırları. Şu günler de yeni tanıdığım bir yazarın kitaplarını ön planda tutuyorum. Adı gizli bir şair misali ağaç yapraklarına yazılacak, düşleri deniz üzerine bırakılacak ve tüm dünya ya yayılacak türden bir şair. Kim bilirdi ki; böylesine efsun kokulu esecek yaz rüzgârları ve yine penceremin önünde kuş cıvıltıları, Uludağ’ın sönmüş volkan efsanesinin saracağını. Kimse bilemezdi… Herkes diyeceğini diyor bense kendime sunduğum bir yudum suyla ıslatıyorum mürekkebimi. Başlıyorum yazmaya. Hikâyenin en baş satırını yeniden hatırlıyorum. ‘’Güneş yaşama sevincinin tek sıcaklığı’’ diye. Ve aklıma yine Zülfü Livaneli’nin kış anlatımı geliyor; ‘’Çoğu kişi İstanbul Boğazı’nı yazın sever, ben ise kışına vurgunum. Kar yağarken camgöbeğine dönüşen akıntılarını, kıyıya çekilmiş sarı, kırmızı, mavi boyalı sandalların üzerinde biriken beyaz karı, yiyecek arayan martıları sık sık seyrederim. Evet, kime göre kış, kimine göre de yaz… Ben ise yazı seviyorum. Sadece martılara has cümleler kalmıyor satırlarımda. Güvercinlerin, minik serçelerin, ağaç yapraklarının hışırtıları sarıyor tüm heyecanıyla Bursa’nın yeşilini… Cam önlerine değen güvercin kanatları, ağaç yapraklarını saran sarmalayan rüzgârlar, havasını sineme çektiğim eskitemediğim Bursa Surlarını taşıyorum parmaklarımın ucunda. Biraz edebi oldu sanırım. Öyle olmasa tarihin gizli kalmış satırında eskiyen hep cümleler olmazdı. Dünü bugünü anlamanın tek yolu zihin koridorlarımızın pencerelerini daima açık bırakmalı, yazın esen rüzgârlarını salmalıyız içe doğru… Anlamanın ve anlayabilmenin tek gerçeği bu olsa gerek... Şimdi bir yerlerde bir tatil furyası kopuyor. İnsanlar öbek öbek yaz telaşının sınırlarını zorlarcasına yırtıyorlar hayal perdelerinin çizgilerini. Hayatı bir şeylere endekslemek ona tutsak olduğunu hissettirmektir. Dünya bir telâşedir. Her anı kımıl kımıl, sunduklarıyla tezgâhta olanı en iyi sunabilendir. Kimine göre yaz; tatile koşmaktır, Kimine göre de yeniden bir başlangıcın çizgisi olan kitaplara koşmaktır. Yazı; en güzeliyle alabilen kitaplara en iyi koşabilendir. Hızını rüzgâra göre değil hayal âleminin en hızlı çizgisine göre koşabilen bu yarışın tek mutlak galibiyetini elde edebilen olabilecektir. Değilse yazı sadece dünyanın sunduklarıyla geçiren hayatını ona teslim etmiş olandır. Bu da çok vahim bir durumdur. Veba ya yakalanmış bir hasta gibi durumun ciddiyetini anlayamayan tipler var. Bunlar boş bir hayatın faydacılığına inanmış gibi yaşayan tiplerdir. Oysa inanmak kalpten hissettiğine teslim olmaktır. Hissetmek kalp iledir. Kalbi olmayan faydasızlığın üzerine tuğla ören bir müteahhit gibidir. Boşluğun içine faydasızlığı örmek hava boşluğunda uçmak gibidir. Özgürlük kitaplarda, yaşam ise satırların gizli kalmışlığındadır… Elbette düşler özgürlüğe, kapılar ise kâtiplere açılır. Bunu bilecek kadar ustaca bir eylem üzerinde kaleme sarılmak, yüreğini yazın gizli koridorlarına açmak demekti. Bugünlerde bunu en iyi şekilde yaptığımın kanaatindeyim. Elimde kalemim, zihnim ise uçmayı bekleyen bir güvecinin kanatlarına sığınmış gibi gelecek bir rüzgâr etkisiyle yazılacak yaz hikâyelerini bekliyor. Sizlerde zihinlerinizi açıp böyle yapmayı deneyebilirsiniz… /Yusuf er/ yusuf er / 17.12.2012
Bu yazı 536 kez okundu.
YORUMLAR |